Dolar 34,5261
Euro 36,1556
Altın 2.963,72
BİST 9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Adana 17°C
Yağmurlu
Adana
17°C
Yağmurlu
Cum 22°C
Cts 14°C
Paz 13°C
Pts 14°C

Sürdürülebilir kalkınma hedefleri ve sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devletin ekonomide değişen rolü / Ergül Halisçelik yazdı

Sürdürülebilir kalkınma hedefleri ve sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devletin ekonomide değişen rolü / Ergül Halisçelik yazdı
26 Eylül 2023 09:16
A+
A-

Neo-Liberal Akım, Washington Konsensüsü ve Piyasa Başarısızlığı

Dünya ekonomisi özellikle 1980’ler boyunca ve 1990’ların başlarında, devletin küçültülerek piyasa güçlerine dayanan bir kalkınma anlayışının öngörüldüğü, IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazinesi tarafından da desteklenen ve ekonomist John Williamson’un Washington Konsensüsü (uzlaşması) olarak adlandırdığı politikalara göre şekillenmiştir. 1980’den günümüze uygulanan bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler yaklaşımının egemen olduğu, “daha az devlet, daha çok piyasa”, özelleştirme, deregülasyon ve piyasalaştırma girişimleri ile temelde devletin piyasadan çekilmesini, “minimal devlet” ve “devlet piyasa karşıtlığını”,  “piyasalar kendi kendine dengeye gelir ve herhangi bir kurala bağlanmadan optimum dengeye kendileri ulaşır” düşüncelerini savunan ancak piyasa başarısızlıklarına cevap vermeyen Neo-liberal proje artık tıkanmıştır. Günümüzde tartışmalar daha çok ekonomiyi kimin yöneteceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Liberallerin “görünmez el” dediği piyasalar mı?, piyasa başarısızlıklarına çözüm arayan, her krizde göreve davet edilen“görünen el” denilen  devlet mi? yoksa son dönemde daha çok tartışılmaya başlanan optimal yol, devlet ve piyasa arasında doğru dengenin sağlanması mı?

Hükümetlerin dönemsel olarak farklı öncelikleri olmasına rağmen, vatandaşlarının refah düzeyini ve yaşam kalitelerini yükseltmeyi hedeflemeleri bu önceliklerin başında yer almaktadır. Daha yüksek refah seviyesi-kalkınmışlık düzeyi daha yüksek gelirle birlikte daha iyi eğitim, sağlık, adalet, çevre ve diğer sosyo-ekonomik ortam ile oluşturulmaya, daha kapsayıcı ve sürdürülebilir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Piyasaların çözüm bulmada başarısız olduğu bu önceliklerin sosyal devlet anlayışı çerçevesinde yerine getirilmesinde ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesinde devletin rolünün ne olması yönündeki tartışmalar ise artarak devam etmektedir. 

Neo-liberal ekonomi politikalarının esasını oluşturan Washington Uzlaşmasına göre finansal küreselleşme istenen ekonomik büyümeyi getirecek ve bunun sonucunda ise dolaylı olarak yoksulluk azalacaktır. Bu politikalar dönemsel olarak ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher, Almanya’da Kohl ve Türkiye’de Özal iktidarına denk gelmektedir. Washington Uzlaşması çerçevesinde küresel düzeyde alınan uygulanan politikalar özellikle az gelişmiş ülkeleri daha kırılgan hale getirmiş ve çoğunlukla gelişmekte olan ve az da olsa gelişmiş ülkelerde yaşanan iktisadi kriz sayısını belirgin bir şekilde arttırmıştır. Neo-liberal politikaların savunucuları Bretton Woods kuruluşları olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün “yoksulluğa sadece parasal bir olgu olarak bakan, yoksulluğun ortadan kaldırılması için liberal, piyasa dostu politikalarla ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesini ve bu büyümeden yoksulların da faydalanacağı” yaklaşımı da iflas etmiştir. Neo-liberal ekonomi politikaları; uygulandıkları ülkelerde ne ekonomik durgunluğu ve finansal krizleri önleyebilmiş, ne de istikrarı, gelişmeyi ve büyümeyi gerçekleştirip göreceli yoksulluğu azaltmıştır.

Washington Konsensüsü Çerçevesinde Türkiye Ekonomisinde Dönüşüm ve Ekonomik Krizler

Finansal liberalizasyon doğrultusunda, dünyada birçok ülke, uluslararası mal ve sermaye hareketlerinin üzerindeki kısıtlamaları ve denetimleri azaltan uygulamaları hayata geçirmiştir. Türkiye’de de 24 Ocak 1980’de başlayan finansal liberalizasyon süreci, 1989 yılında her türlü sermaye hareketlerinin tamamen serbestleştirilmesiyle devam etmiştir. Yüksek hacimli sıcak para girişleri, bir taraftan hem cari açık ve bütçe açıklarının finansmanının sağlanması hem de ekonomik büyümeye yaptığı katkılar açısından olumlu görülürken, diğer taraftan ekonomilerin kırılganlığını da arttırmaktadır. Çünkü iç ve dış şoklara oldukça duyarlı olan sıcak para hareketleri, aniden durma ya da ülkeyi terk etme eğilimi göstermekte ve ekonomik krizlere kadar varabilen, hatta ekonominin aniden durmasına (sudden stop) sürükleyecek ciddi makroekonomik istikrarsızlıklara neden olmaktadır.

Türkiye’de 1980-1999 döneminde ağırlıklı olarak ihracata dayalı, 1999’dan günümüze kadar ise uluslararası finansal kaynaklara dayalı daha riskli bir büyüme stratejisi izlendiğini söyleyebiliriz.   Ülkedeki mevcut politik risklerin yanı sıra, uygulanan ekonomi politikaları nedeniyle başta cari açık sorunu ve bunun finansman yöntemindeki riskler, dış etkenler ve kısa vadeli sermaye giriş çıkışındaki serbesti nedeniyle Türkiye ekonomisi kırılgan hale gelmiştir.  Türkiye’nin yapısal dönüşüm sürecinde yaşadığı ekonomik krizlerdeki ortak özellik,  kriz öncesi dönemde büyük miktarda gerçekleşen kısa vadeli sermaye girişlerinin yerini kriz dönemlerinde büyük ölçekli sermaye çıkışlarına bırakması, bunun da ekonominin küçülmesine ve krizlerin derinleşmesine yol açmasıdır.  

Sermayenin serbestleştirilmesi ve ekonomik ilişkilerin daha küresel hale gelmesi, ekonomik krizlerin daha kolay yayılması sonucunda ülkeler ekonomik krizlerden daha çabuk etkilenerek daha kırılgan hale gelmiştir. Türkiye’de de mal, hizmet, döviz, sermaye ve işgücü piyasalarındaki serbestleşmelerle birlikte buna paralel bir ekonomik dönüşüm yaşanmıştır. Türkiye ekonomisi bir yandan daha fazla dışa açık hale gelirken diğer yandan özellikle dış ticaret ve dış finansman kanalları nedeniyle dış konjonktürden daha kolay etkilenen, daha kırılgan bir yapıya bürünmüştür. Küresel gelişmelere daha duyarlı, daha açık hale gelen Türkiye’nin, uygulanan yetersiz ve yanlış ekonomi politikalarının da sonucunda, 1980 yılında başlattığı dönüşüm süreci gerek dış etkenlerden kaynaklanan ekonomik krizler (1997/1998 ve 2008) gerekse kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan krizlerle  (1994 ve 2000/2001 yılında) birkaç kez kesintiye uğramıştır.

Neo-Liberal Ekonomiye Eleştiriler, Piyasa Başarısızlıkları, Piyasa Dostu Devlet Anlayışı ve Optimum Denge Arayışları

Washington Uzlaşması çerçevesinde yapılan uygulamalar beraberinde piyasa başarısızlıkları getirmiş ve eleştirilerle birlikte eksiklikleri ve başarısızlıkları giderecek yeni arayışlar gündeme gelmiştir. Bunun sonucunda devletin ekonomiden tamamen çekilmesinin önemli sorunlara neden olduğu belirtilerek kalkınma konusunda yeni uzlaşılara girişilmiştir. Nisan 1998’de kabul edilen Santiago uzlaşısında; kalkınmanın piyasa temelli olacağı ancak ileri derecede piyasa başarısızlığının göz ardı edilmemesi gerektiği, genel kural olarak devletin doğrudan üretim gerçekleştirmemesi gerektiği ve bunlarla birlikte başta sürdürebilir kalkınma, kamu sağlığı, eğitim, temel kamusal malların sağlanması, yoksulluğun azaltılması, adil gelir dağılımı ve yoksulların da büyümeden pay alması gibi birçok kalkınma sorunun giderilmesinde devletin kaçınılmaz bir rolünün olduğu vurgulanmıştır.

Bu nedenle son dönemde; Neo-liberal politikalarla bütünüyle geriye çekilen devlet yapılanması yerine “devlet-piyasa ortaklığı” söylemine geçilerek “Piyasa Dostu Devlet” anlayışı çerçevesinde, piyasa başarısızlıklarına da çözüm arayan devlet ve piyasa arasında optimum denge sağlayan, güçlü piyasa için etkin devlet politikaları vurgulanmaya başlanmıştır. Son dönemde ise sosyal devlet anlayışı çerçevesinde, devletin sadece iktisadi büyümeyi değil aynı zamanda, kapsayıcı, yoksul odaklı sürdürülebilir bir kalkınmayı ve insani gelişmeyi de esas alması yönünde görüşler ön plana çıkmaya başlamıştır.

Bununla birlikte kalkınmacı sosyal devlet anlayışından yoksun bir şekilde yine neo-liberal politikaları merkeze alan “piyasa dostu devlet” anlayışı yaklaşımı da günümüz sorunlarına çözüm konusunda yetersiz kalmaktadır. Piyasaları rekabete açarken Washington uzlaşısı kapsamında savunulan neo-liberal politikalara körü körüne teslim olmak ülkeleri daha kırılgan hale getirmekte ve yıkıma sürükleyebilmektedir. Bu nedenle öncelikle devlet ile piyasa arasındaki uygun ve ideal ilişkinin tesis edilmesi sağlanmalıdır.  Piyasada gerek devlet gerekse özel sektör girişimlerinin birbirileriyle (kamu girişimlerinin de hem birbirleriyle, hem yabancı şirkeler hem de piyasadaki yerli özel şirketlerle) kalkınmayı teşvik edecek şekilde rekabet içinde olmaları ve piyasa ekonomisi içerisinde faaliyette bulunması gerekir.

Stiglitz’e göre; Washington Uzlaşmasında gelişmekte olan ülkelere önerilen ekonomik politikalar, söz konusu ülkelerin kalkınmalarının ilk aşamalarında uygun politikalar değildir. Stiglitz serbest piyasaların Washington Uzlaşmasında vurgulandığı gibi, zenginliğin belirleyicisi olmadığını, bunun bazı durumlarda kaçınılmaz olarak piyasa başarısızlıklarına neden olduğunu, sürdürülebilir büyümenin-kalkınmanın ve uzun dönemli verimliliğin sağlanması için optimal yolun, devlet ve piyasa arasında doğru dengenin sağlanması gerektiğini vurgulamıştır. 

Kökleri Adam Smith’e, Marx’a ve Aristoteles’e kadar uzanan Amartya Sen’in kapasite yaklaşımı yoksulluk, eşitsizlik ve beşeri kalkınma konusunda en yaygın kullanılan perspektif olmuştur. Dünyadaki küreselleşme sürecine bağlı olarak, genelde gelir dağılımının az gelişmiş ülkeler aleyhine giderek kötüleşmesi ve yoksulluğun derinleşmesi neticesinde, uluslararası kuruluşların, özellikle 1990’lardan başlayarak, kalkınma ve yoksulluk olgusuna ilgisi giderek artmıştır. Diğer yandan Amartya Sen 1999 yılında yayınlanan “Özgürlükle Kalkınma” adlı eserinde; ülkeler ya da toplumların kalkındıkça bireysel özgürlüklerin de genişleyeceğini, bireysel özgürlüklerle birlikte de toplumsal yapıda kalkınmanın kendiliğinden sağlanacağını vurgulamaktadır.

Büyümeden Yoksullar da Faydalanıyor mu? Büyüme Yoksul Odaklı mı Yoksa Yoksullaştıran Büyüme mi Söz Konusu?

Büyümenin yoksulluğun azaltılmasında tek başına yeterli olmadığını savunan kalkınma iktisatçıları son zamanlarda yeni bir kavram olan Yoksul Odaklı Büyüme (YOB) üzerinde durmaktadır. Ancak, bu kavramın ne olduğu, nasıl ölçüleceği ve daha da önemlisi bunun politik süreçlerine nasıl aktarılacağı hususlarında yapılan tartışmalar sürmektedir. Bu kavram geniş anlamda, “yoksullukta önemli bir azalma sağlayan büyüme” ya da “yoksullar için iyi olan büyüme” olarak ifade edilmektedir. Ravallion yoksul odaklı büyümeyi, GSYH’de yoksulluğu azaltıcı bir artış olarak tanımlarken, Kakwani ise yoksul olan kesimin, yoksul olmayan kesime göre oransal olarak daha fazla faydalandığı durumda, gelir dağılımını iyileştiren büyümenin YOB olduğunu ileri sürmektedir

Toplumun büyük kesiminin ekonomik büyüme ve kalkınmadan yeteri derecede faydalanamaması ve yoksul kesimlerin ekonomik büyüme ile ters orantılı olarak gelir düzeylerinin düşmesi (daha da yoksullaşması), ya da ortalama artışın altında yükselmesi, ekonomik büyümenin ve kalkınmanın sürdürülebilirliğini tehlikeye atmaktadır. YOB; sadece ekonomik büyümeyi yeterli bulmayıp, büyümenin gelir dağılımına etkisi üzerinde odaklanan ve yoksulluğu azaltan büyümedir. Başka bir deyişle bir ülkedeki ekonomik büyümenin yoksul kesimin geliri üzerindeki artırıcı etkisi, yoksul olmayanların gelirleri üzerindeki artırıcı etkisinden daha fazla ise bu ülkede yoksul odaklı büyümeden söz edilmektedir. Ülkeler, büyüme hedefinden sapmadan, ancak büyümenin gelir dağılımındaki eşitsizliği azaltmasını da dikkate alarak,  vergiler ve transferler yoluyla yeniden dağıtım politikalarıyla düşük gelir gruplarının büyümeden daha fazla faydalanmasını hedeflemelidir.

Hormonlu Bir Türkiye Ekonomisinde Ahlaksız Bir Büyüme mi Söz Konusu?

1980’lerden bu yana ülkemizde uygulanan Neo-liberal politikaların, finansman, yatırım ve ticaret kanallarıyla dünya ekonomisine giderek yoğunlaşan dışa bağımlılığının doğal bir sonucu olarak Türkiye ekonomisi, yurtdışından sermaye girişleri sağlandığında büyüyen; ancak sermaye girişleri yavaşladığında durağanlaşan, daha kırılgan bir ekonomi haline gelmiş gerek iç gerekse dış konjonktürün de etkisiyle krizlere sürüklenen, üretimden ziyade tüketime dayanan HORMONLU bir ekonomi durumundadır.

Türkiye ekonomisi diğer taraftan her ne pahasına olursa olsun kısa dönem ekonomik büyümeyi hedefleyen, birey ve firmaların ahlâksız büyüme ağına kısa dönem kazançlar nedeniyle dahil olduğu, bu ağın toplumun farklı kesimlerini kapsayacak şekilde genişleyip bireysel davranışları etkileyerek çıkara odaklı bir anlayışa hizmet ettiği bir yapıya dönüşmüştür. Çıkarın, rant ekonomisinin merkezde olduğu bu yapının sosyal yardımlar çerçevesinde yoksullara yapılan nakdi ve ayni yardımlar, liyakate dayanmayan atamalar, görevlendirmeler,  partizanca işe almalar ve iş vermeler, seçim öncesi verilen vaatler (ücret zamları, af, teşvik, transfer, erteleme, ikramiye gibi genişletici politikalar) yeni bir düzenin topluma ve ekonomiye büyük zararlar verdiği aşikârdır.

Bu düzende faiz rantı, arsa rantı, sosyo-ekonomik yardımlar, kamu iktisadi teşebbüslerinin görev zararları, rekabetçi olmayan kamu ihalelerinde ve vergilerdeki istisnalar, muafiyetler,   hazine garantileri uygulamalarıyla sağlanan imtiyazlar ve teşvikler döngüsü çerçevesinde, karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan ve tarafların istediklerini aldığı sürece devam ettirilen bir model söz konusudur. Ahlâksızlığın kültürel, sosyal ve ekonomik yapının bir parçası haline gelerek hem iş yaşamında hem de gündelik yaşamımızda önce içselleştirilip sonra da meşrulaştırılması (gerçek ve tüzel kişiler bu güvensizlik yaratan öngörülemeyen konjonktürde kendilerinin kandırılacağını, haksız rekabete uğrayacağını, kendileri yapmasa bile başkalarının kural dışı veya etik olmayan faaliyet, işlem ve davranışlarda bulunarak kendilerinin hak ettikleri şeyleri almalarını engelleyeceğini düşünerek bu davranışları normalleştirmeye başlarlar), bunun yanında dış faktörlerin baskısı, karşılıklı çıkar ilişkilerinin zedelenmesi ve sistemin yarattığı olumsuzlukların sürdürülemez hale gelmesi nedeniyle karşımızda kaçınılmaz olarak çökmesi muhtemel AHLÂKSIZ BÜYÜYEN bir ekonomi durmaktadır.

Ege Cansen’in  “Ahlak, bireyin kişisel çıkarını azamiye çıkarmaya çalışırken, diğer bireylerin ve toplum genelinin çıkarlarına halel getirmeyecek şekilde davranmasını sağlayan yasaklar manzumesidir” tanımına katılmamak mümkün değil.  Bireylerin faydalarını, çıkarlarını maksimize etmeye çalışması makul bir ahlaki bir davranış kabul edilirken, ahlaki olmayan taraf ise bireyin bu davranışını toplumun genelinin çıkarlarını, genel iyiliği, sosyal çıkarı ve toplumsal faydaları halel getirme pahasına yapmasıdır. Bu nedenle; bireyin durumunu iyileştirirken başkalarının durumunu kötüleşmesine neden olacak şekilde kısa vadeli kişisel çıkar ile uzun vadeli toplumsal çıkarın çatışması yerine,  örtüşmesini sağlayacak toplumsal değerler, kurallar ortaya koymak kamunun ve kurumların görevi olmalıdır. 

İktisadi çöküntüden daha önemlisi ahlâki çöküntüyle mücadele etmektir. Ülkenin, hukuki, politik ve sosyo-ekonomik sistemini de etkileyen, politik kutuplaşma, yolsuzluk ve yozlaşma, kurumsal ahlaki çöküntüye neden olmaktadır. Yolsuzlukla başlayıp yozlaşma ile neticelenen devlet yönetimindeki sorunların kurumsal ahlaki çöküntü olarak yapısallaşmasının temelinde ise gerek politikacıların gerekse kamu görevlilerinin liyakat esasına göre seçilmemesi yatmaktadır. Yolsuzlukların yaygınlaşıp kalıcı hale gelmesi ile bir yozlaşma iklimi oluşmakta ve bunun sonucunda ülke genelinde kamu kurum ve kuruluşlarında kurumsal ahlaki çöküntü ortaya çıkmaktadır. 

Bununla birlikte, toplumların temel sorunlarının çözülmesi için ilk olarak zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmek ve evrensel kabul görmüş çalışma standartlarına ulaşmak gerekmektedir. Bunun da ilk yolu genel olarak çalışma ahlâkını ve davranış kuralları açısından etik ilkelerini öğreterek toplumda bir bilinç yükselmesine katkıda bulunmaktır. Toplumu dönüştürmeden ve etik ilkeleri benimsemeden devletin düzelmesini, refah ve bölüşüm ilkelerini adil bir şekilde gerçekleştirmesini beklemek rasyonel bir beklenti olmayacaktır. İşte bu noktada ahlaksız büyüyen, piyasaların bu sorunları çözmede başarısız olduğu hormonlu ekonomide devlete yeniden önemli roller düşmektedir. 

Liberalizm ve Sosyalizm arasında Yeni Arayışlar: Devletin Ekonomide Yeni Rolü Ne Olmalı?

Ahlâksız ve hormonlu büyüyen ekonomi modelinden vazgeçerek, sosyal devletin de gereği olarak sosyo-ekonomik dışlanmanın önlenmesi için korunmasız grupların durumlarını iyileştirme çabalarını arttıracak ve ekonominin daha kapsayıcı ve sürdürülebilir hala getirecek politikalar bu çerçevede uygulanabilecektir. Liberalizm ve sosyalizm arasında, devletin kısmi müdahalesine izin veren bir de “Üçüncü Yol” yaklaşımı vardır. Yukarıda devletin piyasalara bakışı ve yeni rolleri hususundaki önerilerimiz, özellikle İngiliz (Yeni) İşçi Partisi’nin 1990’lerdeki uygulamaları ışığında ön plana çıkan ve merkez ve merkez sol ilerici hareketler içindeki siyasi politikaların yeniden değerlendirmesini içeren Üçüncü Yol yaklaşımından farklıdır. Bu yaklaşımda Keynesci düşünce ile popüler hale gelen ve ekonomide istikrarı sağlamak amacıyla devletin müdahaleci politikalara başvurmasını gerekli gören düşünceler bulunmaktaydı.

Bizim önerdiğimiz ve dünyada da kabul görmeye başlayan yeni yaklaşımda; devlet düzenleyici ve denetleyici rolü dışında, sosyal devlet ilkesi gereğince konjonktüre bağlı olarak piyasada yönetici ve yol gösterici olacak ve gerektiğinde başta stratejik sektörler olmak üzere, temel bir oyuncu (üretici, istihdam sağlayan, hizmet sağlayıcı) da olacaktır. Devlet piyasanın başarısız olduğu alanlarda (yoksulluk, çevre, gıda güvenliği, eğitim, sağlık,  eksik rekabet piyasaları, alt-yapı yatırımları, dışsallıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar, işsizlik, enflasyon gibi makroekonomik dengesizlikler) sosyal devlet olmanın gereklerini yerine getirerek piyasanın yetersizliklerini giderecektir.

Daha iyi işleyen, etkin,  teşvik eden, yol gösterici ve ülkenin ekonomik ve toplumsal kaynaklarını iyi yönetişim ilkeleri çerçevesine yöneten piyasa mekanizmasını dışlamayan, demokratik, sosyal,  kalkınmacı, gerektiği kadar ve gereken zamanda müdahale eden, uluslararası hukuk standartlarını benimseyen bir anlayışla DEVLET özel sektörün öncülüğünde büyüme için uygun koşulları hazırlayacaktır. Bu anlayışta devlet sadece iktisadi büyümeye-gelir artışına odaklanmayacak yoksul, kırılgan, dezavantajlı, korunmasız nüfusu da kapsayan, sürdürülebilir kalkınma ve insani gelişme hedeflerini de ıskalamayacak yeni bir anlayışa sahip olacaktır.

“Devlet mi başarısız yoksa piyasalar mı?” sorusuna mutlak veya ideolojik bir yaklaşım yerine rasyonel bir bakış açısıyla yaklaşmak, kurumsal yönetişim ilkelerine bağlı sosyal devlet anlayışı çerçevesinde kamu ve özel sektörün birbirinin karşıtı, rakibi ve alternatifi değil aksine tamamlayıcısı olduğunu benimsemek başarıyı getirecektir. Bu tür bir paradigma değişikliği tüm ulusal kaynaklarımızı ülkemizin öncelikleri ve uzun vadeli stratejilerine uygun şekilde ekonomik, verimli ve etkin bir şekilde kullanma olanağı da sağlayacaktır.

Yapısal Reformlar ve Kurumların Kalitesini Önceliklendirmek, Büyüme Yerine İnsani Gelişme ve Yaşam Kalitesine Odaklanmak…

Son zamanlarda, ülkelerin kalkınma sürecinde ekonomik büyüme performansları ve kişi başına gelir düzeyleri önemli olmakla birlikte, insanların kaliteli eğitim fırsatlarına sahip olmaları, uzun ve sağlıklı yaşam sürdürebilmeleri, cinsiyet eşitliği, özgürlük vb. kalkınma göstergeleri de önemle vurgulanmaktadır. Ulusal ve uluslararası kuruluşların da ilk gündem konularından birisini oluşturan sürdürülebilir kalkınmanın hangi kaynaklarla nasıl finanse edileceği ve bu finansman kaynaklarının ekonomik, etkin ve verimli kullanımı önem arz etmektedir.

Ayrıca devlet büyümeyi hedeflerken aynı zamanda yaratılan değerlerin daha adil dağılımının sağlanması için de gerekli önlemleri alacak ve uygun ekonomik ve sosyal politikaları uygulayacaktır. Bilindiği gibi büyüme kapsayıcı bir şekilde, insani gelişme, yaşam kalitesi ve refah artışını sağlayamadığında sürdürebilirlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Kalkınma seviyesi yüksek olan ülkelerdeki büyüme daha kapsayıcıdır ve bu ülkeler iktisadi ve politik açıdan daha öngörülebilir ülkelerdir.

Daron Acemoğlu ve James A. Robinson “Ulusların düşüşü: Güç, zenginlik ve yoksulluğun kökenleri” başlıklı kitaplarında; ülkelerin gerek geçmişteki kalkınmışlık seviyeleri arasındaki farkın gerekse günümüzde gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki refah seviyesi, yoksulluk, sağlık, gıda diğer bir deyişle yaşam kaliteleri ve kalkınmışlık seviyeleri arasındaki farklılıkların oluşmasında insanların oluşturduğu politik ve ekonomik kurumların etkili olduğunu belirterek kurumsal değişim sürecinin önemi üzerinde durmuşlardır. Ekonomik kurumların teşvikler, kaynakların, yatırımların ve inovasyonun tahsisine karar vermesine rağmen, ekonomik kurumların nasıl işleyeceğini ve bunların nasıl bir evrim sürecinden geçeceğini belirleyen temel unsurun ise siyasi kurumlar olduğunu vurgulayarak kalkınmada siyasetin ve politik karar vericilerin önemine işaret etmişlerdir.

Siyasetin ve politik karar vericilerin ülkenin asıl yapısal sorunlarını görmezden gelip, gerek liyakatli kadrolar ve güçlü bir kurumsal yapılar kurmayarak yapısal reformların ciddiye almayarak popülist ve palyatif çözümleri tercih etmesi de bu gelişmişlik farkını da daha da açmaktadır.  Türkiye’de sistemin daha verimli çalışabilmesi ve ülkenin şoklara karşı daha dayanıklı hale getirilebilmesi için mevcut sistemin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Yüksek işsizlik ve enflasyon, hayat pahalılığı ve sürdürülemez cari açık ve ağırlaşan borç yükü altındaki Türkiye’nin siyasal, sosyal reformların yanı sıra ihtiyacı olan ekonomik yapısal reformların en önemlileri 4 başlıkta toplanabilir: “Büyümenin ithalâta bağımlı yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesi”, “Vergi sisteminin dolaylı vergilere dayalı olmaktan çıkarılıp dolaysız vergilere ağırlık veren bir yapıya dönüştürülmesi”, “Enerjide tek kaynağa ve ülkeye bağımlılığının azaltılması”,  “Başta tarım olmak üzere sektörel reformlar”.

Orta Gelir Tuzağının Nedeni Orta Kalkınma Tuzağı Mı? Büyümeye Aşırı Odaklanarak Sürdürülebilir Kalkınmayı Iskalıyor Muyuz?

Devlet kaynak tahsisinde kuşaklararası ahlaki sorumluluk içerisinde hareket etmelidir. Bugünün borçlarının yarının vergileri, bugünün bütçe-cari fazlalarının yarının yatırımları, gelirleri ve harcamaları olduğunu, tersi durumdaki açıkların ise önümüzdeki dönemlerde vergi artışlarının nedeni olduğunu dikkate almalıyız. Bugünün çevresel sorunlarının,  betonlaşmanın yarının sağlıksız nesillerine neden olduğunu, bugün eğitime ve sağlığa daha az pay ayrılmasının yani beşeri sermayemizi geliştirecek yeterli yatırımlar yapılmamasının yarın yoksulluk, kentleşme, göç, suç oranlarının yüksekliğine neden olacağını, gelir eşitsizliğinin aynı zamanda, başta eğitim ve sağlık alanında olmak üzere, fırsat eşitsizlikleri de yarattığını göz ardı etmemeliyiz.  Ülkemizin bereketli toprakları, havası, suyu, yeşili, tarihi dokusu, tüm canlıları ve tüm değerleri gelecek nesillerin bizlere emanetidir. Bunları korumayı, geliştirmeyi ve gelecek nesillere emaneti sağlam olarak teslim etme yönünde ahlaki sorumluluklarımız var. 

Servet-gelir arasındaki makas servet lehine açılırken günümüzün Neo-liberalleri dahi artık artan oranlı servet vergisini savunmaktadır. Piyasa kendi kendine bu başarısızlıkların üstesinden gelemeyince devletin çeşitli araç ve düzenlemelerle piyasaya müdahale etmesi kaçınılmaz hale gelmektedir.

Benzer şeklide yine son zamanlarda  kapitalist sisteme eleştirisel bir yaklaşım ortaya koyduğu düşünülen Fransız Thomas Piketty ‘nin “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital” adlı kitabında aslında uygulanacak politikaların kapitalist sistemi hali hazırda rahatsız etse bile “panzehir” olarak sunulmaktadır. Kitabında Yazar; sermayenin getiri oranının nominal ulusal gelirin büyüme oranından daha hızlı artığını ve bunun da servet dağılımını giderek zenginler lehine bozduğunu, kapitalizmde sorunun Marx’ın öngördüğü gibi kar oranlarının düşmesi değil, servetin tarihsel olarak istikrarlı bir şekilde ayrıcalıklı bir grubun elinde yoğunlaşmasından kaynaklandığını ortaya koyduktan sonra, servetin yeniden dağılımı konusunda başta uygulanması gereken artan oranlı servet vergileriyle devlete görevler biçmekte ve gerekli önlemleri tartışmaktadır.

Devletin “Büyüdük ama kalkındık mı?, ORTA GELİR TUZAĞININ NEDENİ ORTA KALKINMA TUZAĞI MI?”, “Bir ülkede kişi başına gelirin yüksek olması, tek başına o ülkenin kalkınmış, gelişmiş ülke olarak kabul edilmesi için yeterli midir?”, “BÜYÜMEYE-GELİRE aşırı odaklanarak İNSANİ GELİŞMEYİ ve YAŞAM KALİTESİNİ-REFAH VE MUTLULUĞU ıskalıyor muyuz?”, “Büyüme kapsayıcı mı? Yoksullara da yansıyor mu?”, “Uluslararası ve yerel fonlar kalkınmada etkin ve ülkemizin önceliklerine göre kullanılıyor mu?” sorularını da dikkate alarak,  günümüz kuşaklarının gereksinimlerinin gelecek kuşakların gereksinimlerinin karşılanmasından taviz vermeden karşılanmasını önceleyen politikaları uygulaması gerekmektedir.   Bunun için de EKONOMİK, SOSYAL ve ÇEVRESEL boyutlar arasında bir denge kurarak  “sürdürülebilir kalkınma” modeli anlayışını yansıtacak, gelecek kuşakların daha iyi koşullarda yaşamasını sağlayacak stratejik tedbirler de almalıdır.  Bu çerçevede Birleşmiş Milletler’ in 2015-2030 yılları arasında ulaşılması hedeflenen, 17 amaç ve bu süreci takip etmek üzere 169 hedef ve bu hedeflerle ilgili 244 göstergeyi kapsayan, dünya üzerinde hiç kimsenin kalkınmanın nimetlerinden yoksun kalmamasını hedefleyen “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” ülkelerin performanslarının ölçümü için temel alınmalıdır. 

Bu çerçevede; toplumsal sorunları çözen, kimsenin yaşam kalitesini düşürmeden vatandaşın refah ve mutluluğunu artıran, herkesin milli gelirden hakkını alması, açlık ve yoksulluk sorunun çözülmesi, her alanda fırsat eşitliğinin ve gelir dağılımda adaletin sağlanarak bölgesel kalkınmanın desteklenmesi gerekir. Yapısal reformların bir an ön gerçekleştirilmesi, kurumların kapasitelerin yükseltilmesi, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme ile kapsayıcı, nitelikli, sürdürülebilir büyüme ve kalkınma arasındaki pozitif ilişkinin  göz ardı edilmeyerek  özgürlük, adalet, eşitlik, dayanışma içerisinde, refahın yüksek olduğu daha umutlu, mutlu ve güvenli bir Türkiye yaratmak sosyal devletin temel görevleri olacaktır. CUMHURİYETİN kuruluşunda olduğu gibi, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken de ne bugünümüzden ne de çocuklarımızın geleceğinden vazgeçmeden yaşam kalitesinin ve insani gelişmişliğin yüksek olduğu bir TÜRKİYE için sosyal devlet anlayışı çerçevesinde sürdürülebilir kalkınmayı hedefleyen politikalar uygulanmalıdır. “Dünya bize dedelerimizden miras kalmadı, çocuklarımızdan ödünç aldık” atasözü de Sürdürülebilir Kalkınma anlayışımızın temelini oluşturmalıdır.

Gönderen http://Ergulhaliscelik.blogspot.com zaman: 15:17 

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.