Türk geleneğinde adalet ve liyakat
Halim Gençoğlu
Türkler, tarih boyunca adalet ve liyakat gibi kavramlara büyük önem vermiştir. Bu değerler, toplumun sosyal yapısından devletin yönetim anlayışına kadar birçok alanda belirleyici olmuştur. Türk tarihinin derinliklerinden günümüze kadar uzanan bu kavramlar, sadece birer ahlaki prensip olarak kalmamış, aynı zamanda Türk devletlerinin ve toplumlarının temel taşları haline gelmiştir.
ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR
Türk geleneğinde adalet, sadece hukuki bir kavram olarak değil, aynı zamanda toplumsal düzenin sağlanmasının da anahtarı olarak görülmüştür. Eski Türk devletlerinde, hakanın veya beylerin en temel görevi halkın adaletini sağlamaktı. Bu, halkın haklarını korumak, haksızlıkları gidermek ve toplum içinde huzuru temin etmek anlamına geliyordu. Bu yüzden, adalet, devletin meşruiyetini sürdürmesinde en önemli unsurlardan biri olarak kabul edilmiştir.
Özellikle kut inancı, adaletin önemini vurgulayan bir başka unsur olarak öne çıkmaktadır. Kut, hükümdarın ilahi bir güç tarafından görevlendirildiğini ve bu gücü adaletli bir şekilde kullanması gerektiğini ifade eder. Eğer hükümdar adaleti sağlamazsa, kut’un kaybedileceğine inanılır ve bu da devletin çöküşüne yol açabilirdi. Bu anlayış, adaletin sadece halk için değil, aynı zamanda devletin bekası için de vazgeçilmez olduğunu gösterir.
EMANETİ EHLİNE VERMEK
Eski Türk devletlerinde ve Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kademelerine yükselmede liyakat esas alınmış, akrabalık veya siyasi bağlantılar yerine bireyin yetenekleri ön plana çıkarılmıştır. Liyakat, yani bir kişinin bilgi, yetenek ve ahlaki değerlerine göre değerlendirilip hak ettiği mevkiye getirilmesi, Türk yönetim anlayışında her zaman önemli bir yer tutmuştur.
Osmanlı Devleti’nde “devşirme” sistemi, liyakat ilkesinin en somut örneklerinden biridir. Devşirme sistemi ile genç yaşta saraya alınan çocuklar, liyakatlerine göre eğitim görüp çeşitli görevlere atanmışlardır. Bu çocuklar, sadakat ve yetenekleri doğrultusunda vezirlik gibi en üst makamlara kadar yükselebilmiştir. Bu sistem, Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca güçlü ve istikrarlı kalmasının sebeplerinden biri olarak gösterilir.
Adaletin sağlanabilmesi için liyakatli kişilerin göreve getirilmesi, liyakatli kişilerin başarıya ulaşabilmesi için ise adil bir sistemin varlığı gereklidir. Bu denge, Türk toplumlarının uzun süre ayakta kalmasının ve medeniyetler kurmasının arkasındaki temel dinamiklerden biridir. Kanuni Sultan Süleyman meşhur Muhibbi divanında;
“Padişah kim ide halka ‘adl’ü dâd
Tâ kiyâmet olunur hayr ile yâd”
sözleriyle eğer padişah halka adil olursa kıyamete kadar hayırla anılır. Adalet giderse o ülkede huzur biter, demişti.
GÜNÜMÜZDE ADALET VE LİYAKAT
Adalet ve liyakat, Türk geleneğinde sadece geçmişte kalmış kavramlar değil, aynı zamanda bugün de toplumun ve devletin şekillenmesinde belirleyici olan iki temel değerdir. Bu değerler, hem bireyler arası ilişkilerde hem de devletin yönetim anlayışında rehber olmaya devam etmektedir. Türk milletinin uzun tarihindeki başarılarının ardında bu iki kavramın güçlü bir şekilde uygulanması yatmaktadır.
Günümüzde, adalet ve liyakat Türk toplumunda hala önemli yer tutmakla beraber son zamanlarda devlet yapısında ciddi şekilde zarar görmesi halkın nezdinde rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır. Bir taraftan Osmanlı’dan günümüze tevarüs eden yüzlerce yıllık adalet geleneği ile övünürken diğer taraftan toplumun türlü adaletsizliklere maruz kalması akıl almaz bir durumdur.
Türkiye‘de 1926’ya kadar, Arnavutluk’ta 1928’e, Lübnan’da 1932’ye, Suriye’de 1949’a Irak’ta 1953’e, Kıbrıs’ta 1960’lara ve Filistin bölgesi İsrail’de 1984’e kadar yürürlükte kalan Mecelle’ye Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdığı girişte “Efendiler! Tahsil edeceğiniz ilmin kadri pek büyüktür. Bilirsiniz ki; matematik, mühendislik, kimya gibi ilimleri öğretmek için bir peygamber gelmedi ancak hukuk öğretmek için çok peygamberler geldi.” demişti. Eminim Ahmet Cevdet Paşa’nın mezarında kemikleri sızlıyordur.